beat kuşağı

stella
beat yazarları, değişimin gerçek mimarlarıdır. hiç şüphe yok ki; ülkede son kırk yıl boyunca yaşanan siyasi ve kültürel değişimin geniş resminin önemli bir parçası olan beat edebiyat hareketinin sonucu olarak, daha özgür bir amerika’da yaşıyoruz.” (william s. burroughs)

ikinci dünya savaşı’nın ardından gelen yıllarda soğuk savaş dönemi başlamış durumdaydı ve dünyada artık atom bombası diye bir şey vardı. milyonlarca insan ölmüş, bir o kadarı da ölmekte veya acı çekmekteydi. öte yandan 1950’li yıllarda amerikan gençliği rahat ve orta sınıf değerlerine bağlı bir hayat sürdürmekteydi. (üniversiteye gitmek, iyi bir iş, iyi bir eş, iyi bir ev edinmek ve karşı cinsle olan ilişkisinde fazla ileri gitmemek gibi...) (2) işte böyle bir dönemde ortaya çıkan beat kuşağı yazarları, amerika’yı o günlerinden alıp 1960’ların ve 70’lerin dünyasına doğru götürdüler.

kuşağın liderleri; jack kerouac, allen ginsberg, gary snyder, william s. burroughs, neal cassady, lawrence ferlinghetti, gregory corso, philip whalen, lew welch, diane di prima, joanne kyger ve peter orlovsky olarak sayılabilir. “beat kuşağı” terimi ise ilk olarak 1948 yılında, jack kerouac tarafından, john clellon holmes ile sohbeti esnasında kullanılmıştı. kerouac: “bize beat kuşağı denebilir.” deyivermişti. daha sonra 1952 yılında holmes’ın new york times magazine’de bir makalesi yayımlandı ve makale şu başlığı taşıyordu: “bu, beat kuşağı”.

“beat”, kelime olarak; meteliksiz, yersiz yurtsuz, başıboş, bitkin, umarsız, uykusuz, uyumayan, her şeyi derinlemesine algılayan, aşırı duyarlı, kendi başına, dışlanmış gibi anlamlara gelebilmektedir. ancak, jack kerouac kelimenin bir başka anlamına daha dikkat çekmekteydi: “beatific”, yani kutsal veya kutsanmış. kerouac’ın bu anlama dikkat çekmekle; ezilenlerin, dışlanmışların gizli kutsallığını vurgulamak istediği söylenmektedir.
beat kuşağı mensupları; otostopla ülkeyi dolaşarak, caz müzik dinleyerek, başkalarının hayatlarına karışmayarak ve uyuşturucu maddeler kullanarak yaşamakla işe başlamışlardı. bir yandan da özgürlükçü; tutuculuğa, baskıya, savaşa, faşizme karşı; doğu inanışlarına, budizme dönük ve azınlık haklarını savunan bir düşünce sistemini yavaş yavaş geliştiriyorlardı.

beat edebiyat hareketinin ilk romanı john clellon holmes’in “git” (go) adlı kitabı sayılmaktadır. kitap 1952’de yayımlanmış, fakat fazla ilgi görmemiş ve hiçbir hareket başlatmamıştır. bu iş, jack kerouac’ın beş yıl sonra yayımlanan ve beat kuşağının en önemli romanı olarak tanımlayabileceğimiz kitabı “yolda”ya (on the road) kalmıştır.

kerouac bu romanı, günlerce başka hiçbir şey yapmadan daktilosunun başında oturarak yazmış ve üç haftada bitirmişti. üzerinde düşünmeden, gelişine, kelimelerin aktığı gibi içindekileri yazıya dökmüş; hatta kağıt değiştirmenin kendisini yavaşlatacağını düşündüğü için daktiloya rulo kağıt takmış ve bütün romanı böyle yazmıştı. kerouac’ın kitabı yazdığı ve yayınevine götürdüğü yıl 1951’di, ancak yayınevi kitabı altı yıllık bir gecikmeyle 1957’de bastı ve bu roman insanlar, özellikle gençler üzerinde büyük bir etki yaptı. (4) kerouac’ın kendini, arkadaşlarını ve yollarda yaşadıkları gerçek hikayeleri anlattığı bu kitabı okuyanlar, anlatılanın kendi hikayeleri olduğuna inandılar. “yolda” onların romanıydı, onların hayatıydı, onların yollarda yaşadığı öykülerdi. (1)

aslında beat hareketini tasarlanmamış da olsa tam olarak ateşleyen olay, 1955’te san francisco’da düzenlenen ve kuşağın öncülerinin şiirlerini okuduğu “galeri altı’da altı şair” (six poets in six gallery) adlı organizasyondur. bu geceye allen ginsberg, dönemin en önemli yapıtlarından biri sayılan “uluma” (howl) isimli şiiriyle katılmıştır:

“...
ne biçim çimentodan ve alüminyumdan bir sfenkstir ki o,
kafataslarını delmiş, beyinlerini ve düş güçlerini kemirmiştir?
molok! yalnızlık! çirkeflik! çirkinlik! çöp tenekeleri ve kazanılmayan dolarlar!
merdiven altında çığlık atan çocuklar! ordularda hıçkıran çocuklar!
parklarda ağlayan yaşlılar!
molok! molok! molok! karabasan! molok! aşksız molok! düşsel molok!
insanların insafsız yargıcı molok!
anlaşılmayan mapus molok! acılar topluluğu ve ruhsuz zindanın kuru kafatası molok!
yapıları birer yargı olan molok! geniş savaşın alabildiğine uzanan
kayalığı molok! taş kesilmiş hükümetler molok!
kafası saf bir makine olan molok! damarlarında kan değil para akan molok!
parmakları on ordu olan molok! göğsü insan yiyen bir dinamo olan molok!
kulağı tüten bir mezar olan molok!
gözleri binlerce kör pencere olan molok! sokaklarında sonsuz yehovalar gibi
gökdelenler yükselen molok! fabrikaları sis içinde düş gören ve
can çekişen molok! bacaları ve antenleri kentleri taçlandıran molok!
sevisi sonsuz petrol ve taş olan molok! ruhu elektrik ve bankalar olan molok!
yoksulluğun dehanın hayaleti sayıldığı molok! alınyazısı cinsiyetsiz bir
hidrojen bulutu olan molok! adı akıl olan molok!
üstünde tek başıma oturduğum molok! melekleri düşündüğüm molok!
deli molok! azgın molok! aşksız ve erkeksiz molok! içime küçükken
işleyen molok! içinde gövdesiz bir bilinç olduğum molok!
benim doğal kendimden geçişimden kendimi korkutan molok!
uyandığım molok! gökyüzünün akan ışığı!
...”

o gece orada bulunan michael mc clure, “uluma”nın okunmasıyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “bir bariyer yıkıldı. bir insan sesi ve bedeni; amerika’nın sert duvarına, onun ordularına, akademilerine, kurumlarına, düzeninin sahiplerine ve güç destekli temellerine karşı gürledi.”

bu sözlerden de anlaşılacağı üzere, şiir herkesin üstünde büyük bir etki yapmıştı ve dinleyiciler arasında bulunan lawrence ferlinghetti, ginsberg’e şiirini yayımlamayı önerdi. hummalı çalışmalar sonucunda ortaya çıkan kitap tüm dikkatleri üstüne çekip, on binlerce sattı. ve beat kuşağı nihayet edebiyat sahnesindeki yerini almış oldu.

tüm bunları başka kitaplar, başka şiirler izledi. beat hareketi artık geniş kitlelere ulaşmıştı. ancak sapkın çocuklarımız alışkın oldukları yaşamdan kopmadan, felsefelerinden ödün vermeden hayatlarına devam ediyorlar; hala otostopla ülkeyi dolaşıyor, dağlara tırmanıyor ve dibine vuruyorlardı... doğu felsefeleriyle, özellikle zen ve budizmle gerçeğe ulaşma çabalarını sürdürüyorlardı. bunların izleri, kerouac’ın “zen kaçıkları” (the dharma bums) adlı romanında da belirgin olarak görülmektedir:

“...
içimde bir tedirginlik, sınırı geçiyorum ve el paso’dan geçip tren istasyonundan sırt çantamı alıyorum; içim rahatlayıveriyor. gene o üç mili tepip kumluğa varıyorum; ay ışığında kolay oluyor yolumu bulmam ve tırmanıyorum çizmelerimle rap rap diye giderek... japhy’den dünyanın ve kentlerin mihnetlerini bir yana fırlatıp kendi gerçek ve saf ruhumu bulmayı öğrenmiş olduğumun farkına varıveriyorum. tek gereksinimim işte bu sırt çantam. (...) oturup meditasyon yaptım, dualar ettim. bir kış çölünün gecesinde uyunan uyku gibisi var mı!.. tabi güzel bir uyku tulumunuz olacak ve başınızı çekeceksiniz içeriye, ıpılık. öyle sessiz ortalık, insan kendi damarlarındaki kanın kulaklarında zonk zonk çağıldamasını işitebiliyor, ama ondan daha gizemli bir çağıldama daha var işitilen, ki hep bilgelik elmasının kendi gizemiyle gürlemesidir; doğduğun günden başlayıp içine daldığın dünya mihnetlerinin sana
unutturmuş gibi olduğu bir şeyi anımsatırcasına süregiden ulu bir şşş. sevdiğim kimselere, anneme, japhy’e anlatabilmeyi çok isterdim bunu; ama bu hiçliği ve ondaki saflığı anlatabilecek sözcük bulamam... sarkık kaşlı, ak saçlı dipankara’ya sorulmuştur çokça ‘tüm canlı varlıklara öğretilmesi gereken kesin bir öğreti var mıdır?’ diye de, onun verdiği yanıt elmasın gürleyen sessizliği olmuştur hep.
...”

onların felsefeleri tabii ki sadece kendini var etmek adına değil, toplumu da içine almış bir felsefeydi. bunun doğal sonucu olarak da; kadın erkek ayrımcılığından ırkçılığa, toplumsal eşitsizlikten sınıf ayrımcılığına, eşcinsel ve zencilerin dışlanmasından kadınların cinsel özgürlüğüne kadar pek çok konuda bir karşı duruş oluşturmuşlardı. topluma sundukları öneri ve kendi yaptıkları ise; dünyayı kasıp kavuran yoğun tüketimi reddetmek, daha fazla sanat ve meditasyondu.

bu felsefe ve hareket elbette sadece edebiyatla sınırlı kalmadı. sanatın başka alanlarına da bulaşıcı bir hastalık edasıyla yayıldı. film yapımcıları, yönetmenler, ressamlar, müzisyenler, yayımcılar, yayınevlerinde çalışanlar ve medyanın diğer kolları da bu akımla dalgalandı. bütün bu kollar birleşerek amerika’nın uzun yıllardır içinde barındırdığı bohem geleneğini tazelediler ve allen ginsberg’ün söylediğini yapmaya koyuldular:“yapacak büyük bir işimiz vardı ve bunu yapıyoruz. amerika’nın ruhunu kurtarmaya ve iyileştirmeye çalışıyoruz.”

(alıntı: muratoğlu, b. ve sayın, p. (2004). edebiyatın sapkın çocukları: beat kuşağı. pivolka, 3(15), 5-7.)

ps: alıntı yaptığım için üzgünüm fakat benim tam anlamıyla "kıt" tanımlama girişimim bu yazının yanına bile yaklaşamadığı için böyle yapmayı tercih ettim. anlayışınıza sığınıyorum.
stella
taner ay’ın "sistem harici’nde olmak ile sistem içi’nde olmak arasındaki med-cezir manzaraları" başlıklı yazısı:


şayet bu metne başlamadan önce roland barthes’ın o küçük dev eseri yazının sıfır derecesi (le degre zéro de pécriture, 1953) bir defa daha okunacak olursa, beat edebiyatı’nı normların haricinde yeniden keşfetmenin orgazma benzeyen hazzı yaşanacaktır.

yazının sıfır derecesi’nde ideolojilerin iklimlerinde ticarileşen bütün büyük edebi akımların açık veya gizli bir biçimde burjuva dil’ine köleliğinden midesi bulanan ve edebiyat diye bildiğimiz edebiyat’a yakın çizgi çekmek isteyen bir roland barthes ile tanışırız; "genç" karl marx’ın 1844’ün iktisadf ve felsefi yazıları ile politik iktisatta gerçekleştirdiği ihtilâle mümasil ihtilâli edebiyat’ta yazının sıfır derecesi ile başarmaya çabalayan "genç" roland barthes’la. ona göre, klâsik yazı, iktidardaki bir topluluk içinden doğduğundan ve dogmatik kararlarla oluşturulduğundan kesinlikle sınıf yazısıydı. ayrıca, burjuva sınıfının ideolojik birliğinin mahsulü olan bu tek yazı veya klâsik yazı, aynı zamanda klâsik öncesi edebiyattaki yazı çeşitliliğine de uzunca bir müddet için son vermiştir. ancak, 1850’lerde, liberalizmin hayallerini yıkarak toplumu düşman sınıflara bölen bazı büyük tarihî olaylar, burjuva sınıfının mevzilenmesinde değişikliklere neden olmuş ve değişikliklerin neticesinde ise, klasik yazı yahut tek yazı kölesi yazar da siyah ile beyaz arasındaki belirsizliğin cehenneminde küçük burjuvalaşarak, "sunî" bir edebiyat tragedyasını yaratmıştır. edebiyatın küçük burjuvalaşmasının neticesi olan edebiyat tragedyası, yazı’nın tıpkı klâsik öncesi edebiyattakine benzer yeniden çeşitlenmesi gibi gözükmüşse de, aslında hepsi malûm işçilikleriyle "edebiyatın mukaddes dolabındaki mukaddes yazı" ile, yani klâsik yazı ile, satıhta dahi flûlaşmış bir uzlaşmayı yansıtıyorlardı. zira küçük burjuva edebiyatı, burjuva sınıfının eski ideolojik birliğinin bir mahsulü olan klasik yazı’nın bütün kuralcı göstergelerini sonuna kadar, ama ağır bir tül perde arkasında mekanikleştirerek almıştı. ne var ki, küçük burjuvanın "devrimci" atalarından çaldığı mukaddes klâsik yazı da, zamanla "sosyalist gerçekçi" yazarlar tarafından aynı yöntemle küçük burjuvalardan çalınacaktır. kısacası, dil ve edebiyat, bazı outsider’lar istisna tutulursa, kapitalizmin haricine genelde çıkamamıştır: tarihi boydan boya kat ederek gelen bu nüsha edebiyat hiçbir sistemi tedirgin etmemiştir, yazar da hep "biçim doğurmak" tutkusunda boğulmuştur.



oysa sistemleri tedirgin etmeyen edebiyat, edebiyat değildir; "biçim doğurmak" tutkusundaki yazar da, yazar değildir. edebiyat ile yazarın aslî görevi, kelimelerin çölündeki dil’i ve düzensizliğin sentaksını uzaklara kaçırarak, dil’in muayyen sistemine kölelik etmekten kurtulmuş yeni bir yazı yaratmaktır. roland barthes, yazının sıfır derecesi’nde,

"yaşayan dil’lerden ve gerçek anlamıyla edebî dil’den aynı derecede uzak bir dil’e bağlanarak edebiyat’ı aşmak bahis konusudur burada"

der. lakin tam da bu safhada, dil’i ve edebiyat’ı kapitalizmin olanca çoraklığından kimin kaçıracağı meselesi belirir. kapitalizm ve şizofreni’nin (capitalisme et schizophrénie, 1980) yazarları gilles deleuze ile félix guattari, kapitalizmin haricinde kalanların sadece şizofrenler olduğunu söylerken, aslında dil’i ve edebiyat’ı kapitalizmden kaçıracak olanları işaretliyorlardı. gerçekten de, kelimeyi en geniş anlamında kullanmak şartıyla, dil’in ve edebiyat’ın bütün ayrıkotları hep şizofrenler olmuştur: meselâ, arthur rimbaud. edebiyat’ı’ sınıfsızlaştırmanın bir yolu olarak, dil’i susma’ya kaçırmıştır; suskunluğu ile mukaddes yazı’nın büyüsünü parçalayabilmiş ve yaşayan dil’lerden uzaklaştığı derecede yeni bir dil, sessiz dil yaratabilmiştir. meselâ, stéphane mallarmé. roland barthes’ın ifadesiyle,

"sevdiğini ancak ondan vazgeçerek kurtarabilen, gene de başını biraz geriye doğru çeviren orpheus’tur"

stéphane mallarmé’nin dil’i. meselâ, howard phillips lovecraft. bir yabancı’dır, bir hariçteki’dir, bir outsider’dır; profesyonellikten pulp yazarlığına kaçışı’ndaki lâneti, konuşkan olmayan hikâyelerindeki tekrarlarla, benzer şekillerle, ısırgan kelimelerle ve çıplak deyimlerle terör’e dönüştürmüştür. meselâ, albert camus. bir üslûb yokluğu olan yokluk üslûbu’nu gerçekleştirerek, yazı’yı bir nev’î olumsuz kip durumuna düşürmüş ve bu olumsuz kip içinde de dil’in gerek içtimaî gerekse mitik özelliklerini biçimin tarafsızlığı menfaatine ortadan kaldırmıştır.


yolda (on the road, 1957) ile jack kerouac’ın, junike (1953) ve naked lunch (1959) ile william s. burroughs’un ve de uluma (howl for cari solomon, 1955) ile allen ginsberg’ün, "sessizliğe ulaşmış ilk şair" arthur rimbaud veya

“peşine düştüğü mutlağı araştırmaya başlayabilmek, bu mutlağı kurabilmek için her şeyden önce bu araştırmanın aracı olan dil’i amaca göre uyarlamak, daha doğrusu başkalarının bulduklarına başvurmak yerine, yeniden yaratmak gerktiğini herkesten daha önce anlayan”

stephane mallarme veyahut "gecelerin ve geceyle gelenlerin seyyahı" howard phillip s lovecraft gibi dil’i ve edebiyat’ı kapitalizmden kaçırmalarına gelince: hepsi de malûm doktor raporlarıyla kapitalizm ve şizofreni’nin gilles deleuze’ü ile félix guattari ’sini teyit ederler. edebiyat’ın bütün ayrıkotları’nın bir biçimde "raporlu" oldukları dikkate alındığında, gilles deleuze ile félix guattari’nin edebiyat tarihine dahi kanallar açan en büyük şizo-analistler oldukları sarihlik kazanır. lakin ben, dil’in ve edebiyat’ın kapitalizmden kaçırılması hususunda, edebiyatçının şizofren olmasından ziyade dil’inin şizofrenliğini önemsiyorum.


yolda, dil’in şizofren olma halinin birinci yüzünü sergiler; hiç aşağıya düşmeyen, aksine mütemadiyen yukarıya doğru tırmanan marazi bir coşkusu vardır yolda’nın üslûbunun. jazz’a benzer; en fazla da charlie parker ile miles davis arasında süratle rafineleşen jazz’a. yolda’nın üçüncü bölümüne geldiğimizde, sadece jack kerouac açısından değil, bütün kahramanları açısından da jazz’ın yegâne belirleyen haline geldiğini keşfederiz. bilhassa gece kulüplerindeki çılgın eğlencelere dair pasajlarda, jack kerouac’ın üslûbu ile, kahramanlarının hiddetini, sevincini, iç sıkıntısını veya ümitsizliğini seslendiren zenci’nin müziği çakışır ve böylelikle orgazmın ritmi başlar; şizofren bir dil’dir bu.


yolda’nın dil’i şizofren olma halinin birinci yüzünü sergilerse, junkie ile naked lunch da dil’in şizofren olma halinin ikinci yüzünü sergiler. bu "cehennem haritaları", âdeta okura morgdan iadeli taahhütlü gönderilen birer rapordur. junkie’nin şizofren dil’inin kökeninde, hiç şüphesiz external ile mitik uzamın birlikte ve karşılıklı varoluşları yatar.

"konuşmak yalan söylemektir"

diyen william s. burroughs, naked lunch’da, junkie’nin dil’ini artık bir daha ehlileştirilemeyecek derecede pathos’laştırarak, okuruna karşı dürüst olabilmek için, yani "konuşmamak" için, cut-up tekkniğine yönelir. william s. burroughs imzalı bu cut-up, tractatus’un (tractatus logico-philosophicus, 1921) ludwig wittgenstein’ı ile mentalite birliği halindedir; zira, ona göre de, klâsik yazı mirasçısı kelimeler hayatın ve hislerin baş düşmanıdır. bu nedenle, william s. burroughs’un kelimeleri, junkie’de "benzedrin" ile uçmuş bir oyunun jon vollmer burroughs’una benzerken, naked lunch’ın kelimeleri de budaklı dalıyla küçümen bir ağacın kol kanat gerdiği ve meksika’da kimselerin uğramadığı bir bahçenin yaban otları arasında yağmurun bezediği lekeciklerin ardındaki o okunmaz mezar taşının joan voller burroughs’una benzer: kelimeler yazı’dan kovulduğu için, junkie ile naked lunch’ın alışılmış anlamda hikâyeleri bulunmaz. halil turhanlı’nın çıplak şölen’ in görkemli konuğu’nda (1986) belirttiği gibi, çizgisel bir akışları da yoktur; gölge-karakterler’i ise, son derece basit ve önemsizdir, dolayısıyla bahis konusu "cehennem haritalarını" william s. burroughs sanki her an onlardan vazgeçecekmişçesine okuruz.



stella
beat kuşağının düşünce yapısının iki temel taşı vardır: batılı bir felsefe olan varoluşçuluk ve doğulu bir yaşam bilimi olan zen. bu iki akımın ortak yanı, gelenek-görenek-önyargı-vs. daraltıcılarını aşmaktır.

beatnik yaşam biçimi, tabii ki pek çok tepki almış, yadırganmış ve acımasızca eleştirilmiştir. ve bence eleştirilen her günü birbirinden farklı olan düzensiz yaşamları, uyuşturucu kullanmaları değil; dünyaya karşı içten duyarlıklarıdır. ayrıca yurtseverlikten ulusalcılığı ayıklamışlar, gerçek yurtsever nasıl olunur göstermişlerdir.

amerika’yı oto-stopla bir baştan bir başa geçer ve durmaz ve durmazlar.

"insanlık tarihinde uzun uyku dönemlerini izleyen kısa uyanıklık dönemleri olmuştur. kuşkusuz uyananlar bir avuç insandır. ama onların uyanıklıkları öykünme ya da uyarma, dürtme yoluyla toplumu çok yönden etkiler. sonra yeniden uykuya dalınır. yüzyılımızda yirmili yıllar gibi elli beşlerde başlayıp yetmişlere kadar süren, beatniklerin başlattığı sonradan hippilerin sürdürdüğü dönem de insanlık serüveninin ilginç birkaç sayfası olarak tarihe geçmiştir."
westkhan
sevilesi kitapları olan yazarlardan oluşan edebiyat kuşağı en begendigim eser paul bowlesın esirgeyen gökyüzü kitabıdırki çölde çay olarakta bilinir.

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol